.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE&HER TÜRK ASKER DOĞAR

29 Mart 2012 Perşembe

KARAMELİM VE BEN...



Akşam böyleydik. Levo çekti resmimizi, epey uyudu kucağımda. Zaten oldum olası çok sever kucağımı. şimdide ben bu satırları yazarken hatta tek elle yazmaya çalışırken parmaklarımı emiyor.
Arada emmeyi bırakıp yüzüme bakıyor, patisiyle dokunuyor. Sarı bebeğim benim.


Şu cambaza bakar mısınız... Balkon demirlerinde bile geziyor, o kadar iyi bir cambaz ki düşecek diye korkmuyorum artık. Kendi bildiğini okuyor, şimdi Vandan aldığım semerin üzerinde uyuyor. Semerin canına okudular, deri kaplaması hep tırnak izi .....:))
Yalnız o mu tırnaklardan nasibini alan! koltuklar, halılar ve ellerimiz, en çokda benim ellerim.


Bunlarda yeni park etmiş arabanın sıcak motorunda ısınmaya çalışan sokak pisileri. onlar şanslılar çünkü anneleri büyüttü.

Bazı blogcular benim karamel ve kontesimi sahipleniş öykümü bilmiyorlar sanırım. Ben sırf kedim olsun diye onları annelerinden ayırmadım. Onları canavar bir kadın tarafından çöpe attırılmış halde buldum ve mecburen eve getirdim. Henüz yürüyemiyorlardı bile.

O yüzden beni yargılamayın lütfen. Bende biliyorum onlar sokaklara, doğal hayata aitler. Ama olmadı işte, annelerinden ayrılınca olamadı. Mecburen ev kedisi oldular.

Şimdi pisilerime benim gibi onlara aşık olacak yeni yuva arıyorum. Onları vermek zorunda kalacağım içinde çok mutsuz Newbahar

24 Mart 2012 Cumartesi

Gecenin uyku tutmayan kör vakti!

       
       Takip ettiğim bir kaç blogu okudum. Canım sıkkın bu hafta sonu. Oğluşun performans ödevleri, pazar gününün olağan işleri ve havanın güzelliği...
Ödevler olmasaydı kendimizi dışarı atacaktık muhakkak.
         Az önce ilimizin hayvanları koruma derneğinin sayfasına kediciklerimin resimlerini koyup, lütfen yeni bir yuva bulun dedim. Bu 3. ilanım sanırım ama kimse büyümüş kedi sahiplenmek istemiyor.
Zaten Karamel ve Kontesim cins kedi olmadıkları için pek bir şansları yok.
          Sanırım az az sokaktaki parka alıştırmalı. Hiç aşağı inmediler ve gerçeklerle tanışmadılar. Sonunda, taşınırken onları sokağa bırakmak zorunda kalacağım ne yazık ki!
Hem karamelim midesinden rahatsız. Akşam yedi gibi tavuk vermiştim, 5 saat sonra azcık kuru mama verdim. Sonrasında öğürdü öğürdü ve kusuverdi yavrucak.
Offffffff!...
Veteriner bi çözüm bulamadı sadece mide bulantısını önleyici şurup verdi. Çok seviyorum onları ama keşke hiç eve getirmeseydim. Hayır bunu yapamazdım ki! Onları göz göre göre ölüme terk edemezdim.
Sanki yeni bir yuva bulamazsam farklı bişey mi olacak. Delirmek üzereyim.
           İtiraf etmeliyimki her yerde tüylerinin olmasından bıktım. Çocukların okul formalarında, çoraplarımızda, halıda, koltuklarda... her yerde
Yataklarda, bataniyelerde...
Vede karamelimin bu rahatsızlığı. Ona üzülmekten yoruldum artık.
            Kimse benim onlara baktığım kadar güzel bakamaz.

Ben yine her gece olduğu gibi onların sonu nasıl olur diye düşünmekten yatakta dönüp duracağım.
uyusam bile karmakarışık kabuslara gebe uyku.

17 Mart 2012 Cumartesi

ELDE KALANLAR...

       Adam, hastanenin hiç alışık olmadığı kokusunu içinde hissederek banka oturdu. Bugün deniz hiç olmadığı kadar karanlıktı. Üzerindeki yağmur bulutları denize ölümü resmediyordu sanki.
        Bir kaç saat öncesine kadar hayalden ötesine gitmeyen, yıllarca ''olsa ne olurdu?'' diye düşündüğü, ''senede bir gün'' şarkısını her dinlediğinde ''son bir kez'' diye dualar ettiği şey olmuştu nihayet.
Aslında hayalinde toz pembe bir tabloydu o kadının hayali. İlk tanıştığı günlerdeki suretiyle onu yıllara meydan okumuşcasına hep genç tutmuş, gülüşünü, sesini o toy, gençlik hallerindeki ince sesiyle hatırlamıştı.
          Yağmur tek tük atıştırmaya başlamıştı işte. Hava kararmak üzereydi. Adam kalktığında oturduğu yer hariç bankın tüm yüzeyi ıslanmıştı. Pardösösünün yakasını kaldırıp acelesi olmayan adımlarla yürümeye başladı.
Eve geldiği zaman kapısında saatlerdir bekleyen dostunu gördü. Murat, gelen adamın gözlerindeki acıyı yıllardır gören tek kişiydi. Çocuklukları beraber geçmiş, adamın ilk aşkına tanıklık etmişti. Ve zamanın bu aşka nasıl bir ayrılık senaryosu çizdiğine şahit olmuştu.
Kara sevda diye adı konulan bu aşk, nasıl olduğunu anlayamadıkları bir şekilde ikisini de ayrı ayrı yollara sürüklemişti.
Aslında en acısıda her kesin bildiği fakat birbirlerine asla itiraf edemedikleri ''aşk''ın platonik bakışmalardan öteye gitmemiş olmasıydı.
          O yıllarda kızlar ve oğlanlar öyle yan yana gezmezdi, sokakta konuşup selamlaşmazdı. Her kız anasının evladına taktığı ilk küpe ''adın çıkacağına, canın çıksın'' idi.
Heleki aynı mahalleden olup, komşu kızına yan gözle bakmaya gör, adın ''serseri, hayırsız'' oğlana çıkar, askere gidip adam olmadan gelmeyene kız mız verilmezdi.
            İlkokulu birlikte okumuş olmaları ne büyük şanstı. Onlar çok iyi anlaşan iki arkadaştı sadece. Ortak noktaları o kadar çoktu ki sınıfın penceresinden baktıklarında görünen sıra dağlara büyüdüklerinde birlikte çıkmayı düşünürler, kafaları estiğinde şehir şehir gezmeyi hayal ederlerdi.
Orta okula geldikleri zaman, okulun ilk günü ayrı okullarda, ayrı sınıflarda, ayrı sıralarda yerlerini aldılar. Sonrasında yıllarca sürecek, uzaktan uzağa bakışacak, elalemin diline düşecek, en mucizevi olanıda bir birlerinin nerde olduğunu hissederek o mekanda göz göze buluşacaklardı.
            Murat, demlediği çayı ev sahibine ikram ederken bir saate yakın suskunluğunu bozdu:
''En azından artık onunda seni sevdiğini biliyorsun''
            Ne farkederdi ki! şimdi o güzel yılların hayalini bir çırpıda silen bir ölüm senaryosu vardı hatırlayacağı. O hep genç, hep cıvıl cıvıl iken şimdi son hali...
            Dün gece gelen telefonla kalbi nasıl pır pır etmişti. Sesin sahibini tanımıyordu ama ses ona ''muhakkak seni görmek istiyor'' diyordu.
''Nasıl olur? ailesi, kocası, çocukları!''...
''Herkes hikayeyi biliyor zaten. Hiç olmazsa son  arzusu, lütfen gel''
            Son arzusu!
            Bu ne demekti şimdi. Son bir kez görmeliyim derken bunu asla düşünmemişti ki. Belki şehirler arası otobüs yolculuğunda hemen yan koltukta oturacak, belki aynı marketten alış veriş ederken aynı ürüne elleri uzanacak, belki parkta ailesiyle yürürlerken yanından bir yabancı gibi gelip geçecek...
Belki bi ortam olur, aynı evde ortak dostlarla toplanılır, çocukluk arkadaşlığının verdiği az bir samimiyetle muhabbet edilirdi.
            Telefonu kapattığında çekmeceden albümleri çıkardı. Hiç karıştırmadan, sayfa çevirmeden o resmi bulup eline aldı.
O gün aceleye gelmişti. Fotoğrafçı ansızın okula gelmiş, öğretmende çocukları kırmayıp siyah beyaz bu pozu vermişlerdi. Top koşturduğu için pantolonun paçalarını çoraplarının içine almıştı. Heyecandan çıkarmayı akıl edememiş, saç baş dağınık en tipsiz haliyle hafızalara kazınmıştı.
O ise öyle miydi? Her zaman güzel, her zaman tertipli...
''Böyle bir serseriyle mi evlenecekti'' diye geçirirdi içinden her zaman. Şu anki mevkisini o yıllarda tahmin etmiş olsalardı fotoğraf bambaşka renklerde olacak, nihayetinde ölüm saati geldiği zaman mutlu mesut geçen yıllara elveda diyeceklerdi.
            ''Ölümden nefret ediyorum Murat'' dedi adam. ''Bazılarına hiç yakışmıyor.''
            Camın önüne gelerek perdeyi araladı. Vakit epey geç olduğu için sokaklar tenhalaşmıştı. Sadece sokağın temizliğini yapan çöpçüler ve sarma dolaş yürüyen iki sevgili.
             ''Sabah uyandığımda hastaneye gidip gitmemekte hala kararsızdım. Duvarlar üstüme üstüme geldi, sesler uğuldadı beynimde. Eskiden olsa yani orta okul yıllarında olsa hiç düşünmeden koşardım.
Şimdi ise gidip ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmeden evden çıktım. İnan ki yolda nasıl yürüdüm, nasıl yönümü buldum bilemiyorum. Hatta o süre içinde beynim durmuştu sanki.
Hastane kapsısında beni arayanın olduğunu tahmin ettiğim bir kadın bekliyordu. Beni görünce hiç şaşırmadı. Dayısının kızıymış, beni tanıyormuş fakat ben onu çıkartamadım. O zamanlar onlar başka şehirdelermiş.
Birlikte asansöre bindik. Kaç kat çıktığımızı bilmiyorum. Hiç konuşmadık. Çıkıp hemen karşı ki odaya yürüdük. Odanın önünde kocası bekliyordu. Bana bakışları anlamsızdı, sadece elimi sıktı.
Dayısının kızı kapıyı açıp bana girmem için işaret yaptı.
             Bir an yanlış odaya mı geldim diye düşündüm. Öylece bakakaldım. Bu!..O!..sen!... hayır..
sokakta görsem tanımam!...
Gülümsedi şaşkınlığıma. ''Hoşgeldin'' dedi.
''Geçmiş olsun, benim gelmem çok ayıp oldu sanırım. Hatta gelmemeliydim''
''Hayıırr, ayıp varsa ben seni çağırmakla ettim. Ama umrumda değil. Biliyorsun, son arzu geri çevrilmezmiş''
Bunu derken bile gülümsüyordu.
Eski günlere döndük. Yeni günlerden bahsettik. Çocuklarından, kocasından, bensiz geçen yıllarından...
Ve neden benim hiç evlenmediğimden!..
''Evlenmeyişimin sebebi sensin'' diyemedim Murat.
''Çok acı çekmişsindir değil mi?'' dedi
''Ne zaman?''
''Benim düğün günümde''
Sustum.
''Çok zaman geçti aradan, hatırlayamadım.''
Arada derin derin sık nefesler alıyordu. Yanında ki makinanın sinyalleri acılaşıyor, sonra yorgun yorgun sakinleşiyordu.
Beni sakinleştirmek için elimi tutuyordu. Hiç bu kadar el ele tutuşmamıştık ki!
Saçlarında aklar vardı. Gözlerinin kenarları kırışmış, gülümseyince ortaya çıkıyordu. Elmacık kemikleri hiç olmadığı kadar belirgindi.
Hep ilkler yaşanıyordu o hastane odasında. İlk konuşma, ilk bakışma, ilk tutuşma... Ve ilk öpesim geldi ama!..
''Hep bununla avundum'' dedi .
''Çocukken babaannem bu senin kader imzan derdi. Bu harfle ismi başlayan kişiyle evleneceğime inandırmıştı beni.
          Neyle avunmuştu, bir kolye ucu mu, şans taşı mı, kuru bir yaprak mı?..Harfe benzeyen ne olabilirdi başka?..
Cansızca elini  elime verdi. Artık ne sıklaşan nefesi vardı, nede bana bakan gözleri.
Parmaklarını nazikçe açtım. Avucunun ortasında büyük harfle ''E'' yazıyordu.